“Istanbul not Constantinople” parçası The Four Lads grubunun İstanbul’un ismi üzerine yaptığı meşhur parça. Peki 1453’de Osmanlı Türklerinin eline geçen Constantinople ismi ne zaman İstanbul oldu..?
Öyle anlaşılıyor ki, Osmanlı dönemi, şehrin ismini aslında resmi olarak değiştirmemiş. Zaman içinde halk ifadesi ile Constantinople önce Osmanlılarca Kostantiniyye (Arapça), sonra da Istanpolin (şehire doğru anlamına geliyormuş Grekçede “eis tan polin“) ifadesine dönüşmüş (kaynak1, aktaran: Christoph Herzog, chair of Turkish studies at the University of Bamberg in Germany).
Türkler arasında İslambol isminin de kullanıldığı bilgisi var “wikipedia.org”‘da. 17-18. yüzyıl dönemlerinde İslambol ismi para üzerinde kullanılmış. (kaynak2) Bu kaynağa göre de, ‘Stin’ ‘polis’ şehire doğru anlamına geliyor, ayrıca İstin-polis.
Tarih boyunca şu isimler verilmiş kente: Grekler (antik Yunan), Bazantion (Byzantion) demişler İ.Ö. 657’lerde. Sonrasında Latinler Byzantium ismi ile devam etmiş. İ.S 330 civarında Roma imparatoru Constantine kendi ismini vermiş kente: Constantinople. “wikipedia.org”‘a göre ise en eski bilinen isim Trakyalıların verdiği Lygos ismi.
Ve nihayet 1930’da, Türkiye Cumhuriyeti, resmen, tüm dünyada geçerli olmak üzere kentin ismini, artık halk ağzında iyice yer etmiş olan İstanbul’a çevirmiş. Evet, resmi isim değişikliği bu kadar yeni.
Maalesef pekçok konuda olduğu gibi ülkemizle ilgili geçmişteki doğru / yanlış, iyi / kötü uygulamaları bugün tartışırken nesnellik ve bilimsellikten uzaklaşıp kısır tartışmalara, suçlamalara giriyoruz ve kutuplaşıyoruz. Böylece asıl konuyu ıskalayabiliyoruz. Ülkenin refahını düşünen pekçok insan için erken dönem teknolojik yatırımların beklentilerin altında kalmış olması bir üzüntü meselesi ve bunun nedenlerini araştırıyoruz. Uçak üretimi konusu da bunun en bariz örneklerinden biri. 1930/40’larda Avrupa’ya uçak satma noktasına gelmişken ne oldu da bu konuda dünyanın hatırı sayılan ülkelerinden biri olamadık? (Bir iddiaya göre Danimarka Kopenhag’da bir müzede Türkiye’den alınmış bir uçak sergileniyormuş. [k2] kaynağında Danimarka’ya 1951 yılında satılan bir adet ambulans uçaktan (THK-5) bahsediliyor. Ayrıca Ürdün ve İran’a hediye edilen uçaklar var.)
Bunun olası nedenleri arasında yetişmiş insan kaynağı azlığı, sermaye darlığı, bilimsel / teknolojik / icad kültürünün oturmamış olması, ekonomik / siyasal zorluklar, zaten önde olan ülkelerin işgüzarlıkları, kişisel çekememezlikler vb pekçok sebep olsa da internet ve sosyal medyada bu konudaki tartışmalar hemen ya İsmet İnönü ve CHP’yi ya da Adnan Menderes ve DP’yi suçlama kısırlığına vararak gerçek bilgiden ziyade kulaktan dolma dezenformatif bilgilendirmeye dönüşüyor ve bilgi kirliliği yaratıyor.
Bu konuda internette rastladığımız en etkileyici ve tarafsız makalelerden biri konuya çok değişik bir açıdan yaklaşıyor ve özellikle 2. Dünya Savaşı sonlarından itibaren ABD’li yetkililerin nasıl Türkiye uçak endüstrisini yönlendirmiş olabileceğini tarihsel bir kronoloji ile veriyor [k1]. Bunun dışında internette bol miktarda kaynaksız, özensiz, taraflı ve belki art niyetli yazı mevcut.
Türkiye’de tasarlanan ilk tayyare (uçak) Vecihi serisidir, ilk 1923-24’de tasarlanıp havacılık efsanesi Vecihi Hürkuş tarafından 1925’de uçurulmuştur [k2].
6 Ekim 1926 yılında TOMTAŞ (Tayyare ve Motor Türk Anonim Şirketi) Alman Junkers ortaklığı ile kuruluyor. Kayseri’de imalat, Eskişehir’de tamir tesisi kuruluyor [k2]. Anlaşmazlıklar ve Junkers’ın finansal zorlukları nedeniyle fabrika 1928’de iflas ediyor. 1930 yılında tekrar faaliyete geçiyor, 1932’de Kayseri Tayyare Fabrikası adını alıyor. 1941’e kadar (Alman, Amerikan ve İngiliz lisansları ile) uçak üretimi devam ediyor. 15 Mart 1950 tarihinde Kayseri Uçak Fabrikası uçak üretimi durduruluyor ve Hava İkmal Merkezi olarak faaliyetine devam ediyor. (Bugün bakım onarım işlerine devam etmekteymiş.)
1930-1932 yılları arasında Eskişehir Tayyare Tamir Fabrikasında çalışan Selahattin Alan ve mesai arkadaşları kendi uçak prototiplerini üretirler ancak pek destek görmezler [k2].
17 Eylül 1936’da Beşiktaş’ta Nuri Demirağ ile uçak mühendisi Selahattin Alan ortaklığı ile yapım atölyesi kuruluyor. 1942-43 yılları arasında Nuri Demirağ’ın Yeşilköy’de Gök Okulu ve Beşiktaş’ta uçak fabrikası (veya yapım atölyesi) bulunuyor. [k1] Bunların sivil uçak sektörü olduğunu ve özgün tasarım uçak da yaptıklarını vurgulayalım. Nuri Demirağ dönemin en varlıklı işadamlarından. Ancak maalesef İsmet İnönü ve çevresi ile anlaşamıyorlar. Çeşitli olaylar sonucunda Demirağ, THK ile mahkemelik oluyor ve sonunda sipariş olmadığı için Beşiktaş’taki ve Yeşilköy’deki atölye/fabrika 1943/44’den itibaren uçak üretimi yerine makine ve çelik inşaat atölyesi olarak çalışmak durumunda kalıyor. Gök okulu da kapanıyor.
1940 yılında Akköprü’de, 1941′de Etimesgut’ta THK Uçak fabrikası açılıyor [k3, k2]. 1947’de Etimesgut’da THK Uçak Fabrikası faal. Farklı tiplerde pekçok uçak üretiliyor. 1952’de MKE’ye devrediliyor, 1952’de uçak yerine elektrik sobası üretimi başlatılıyor.
1945 yılında Ankara Gazi Orman Çiftliği yakınında THK Gazi Uçak Motor Fabrikası kuruluyor. 29 Ekim 1948 tarihinde motor üretimine başlıyor. Yeterli miktarda uçak siparişi alamadığı için krize giriyor ve 5 Nisan 1952’de MKE’ye devrediliyor, 1954/1955’de traktör fabrikasına dönüştürülüyor.
1947’de yapımına başlanan Ankara Rüzgar Tüneli 1950’de kullanıma hazır hale geldiğinde Avrupa’nın en büyüklerinden olma özelliği taşıyor. Bu araştırma merkezi uçak geliştirme ve üretme projeleri rafa kaldırıldığı için zaman içinde atıllaşıyor.
Meşhur Truman yardım antlaşması 1947’de yapılıyor ancak yardımlar 1945’den itibaren başlamıştır. 14 Mayis 1950 tarihinde Menderes iktidar oluyor. 1952’de Türkiye NATO üyesi oluyor.
1957’de o dönem için Türkiye’de uçak üretimi sonlanıyor. [k1, k2]
Bir de 2. Dünya Savaşı sonunda Alman menşeli faal uçakların gömülmesi olayı var.
Sosyal medyada yukarıdaki fotoğraf farklı türevlerde (ve yalan yanlış bilgilerle birlikte) paylaşıldı, ve yine insanlar galeyana getirilmeye çalışıldı. (Kimler bundan nasıl bir zevk alıyor bilemeyiz ama tasvip de edemiyoruz.) Biz bunun sıradan bir trol olduğunu, sahte bilgilendirme ve fotomontaj olduğunu düşünmüştük.
Ancak gerçek bizi de şaşırttı. Fotoğraf İstanbul’da çekilmemiş ama fotomontaj da değilmiş. Kıbrıs Lefkoşa Selimiye Camii’nde 1950’li yıllarda çekilmiş bu fotoğraf:
1 Nisan Şaka gününün kökeni hakkında en yaygın kabul gören açıklama, ortaçağda, Avrupa kentlerinde yeni yılın 25 Mart günü olması, kutlamaların ve tatilin 1 Nisan’a kadar uzanmasıdır. 1564’ten başlayarak önce Fransa sonra tüm Avrupa’da kullanılan takvimin de değişmesiyle (Papalık 1582), yeni yıl günü 1 Ocak’a çekildi, fakat 1 Nisan günü şaka ve ahmaklık günü olarak baki kaldı. Aynı tarihlerde antik bir Roma festival gününün ve İran’da (antik Pers) İ.Ö.536’dan beri olduğu söylenen Sizdah-be-dar kutsal gününün varlığı da cabası. Antik Persliler, onların antik yeni yıl günü olan Nevruz’dan (Norouz) sonraki 13. günü bir kutlama ve şakalaşma günü olarak yaşarlarmış.
İslam dünyasında ise, 1 Nisan Şaka gününün kökeni hakkında, şu tarz inanışlar var: Andalusia İspanyasında, Müslümanların elinde kalan Granada’daki son kale kuşatmasında, İspanyollar hile ve yalanlarla Müslümanları kandırıyorlar, kaleyi ele geçiriyorlar, katliam yapıyorlar, tüm bunlar 1 Nisan 1492’de oluyor, sonrasında Hıristiyanlar, o günü şaka günü (fool’s day) olarak kutluyorlar. Bu konuda açıkçası elle tutulur bilimsel bir bilgi bulamadık, maalesef kulaktan kulağa şişirilerek anlatılan bir olay olarak değerlendirdik. Alttaki metinlerde, Müslüman araştırmacılar konuyu araştırmış ve 1 Nisan tarihli sembolik önemde bir zaptın/zaferin olmadığını vurguluyorlar; Granada 3 Ocak 1492’de teslim olmuş. Kaldı ki, böyle bir durum olsa, Hıristiyan kaynaklarda da bulunsa gerektir.
Her yılbaşı sembolik ağaçlar süslüyoruz, çok da güzel görünüyor. Bazımız Yılbaşı Ağacı diyoruz, bazımız ‘Noel Ağacı bu, Hıristiyan geleneği’ deyip kızıyor. Peki nedir bunun gelmişi geçmişi:
Farklı farklı kültürlere ait eski insanlar, 21-22 Aralıkta yaşanan gündönümünü (solstis / solstice) yani gündüzlerin tekrar uzamaya başlamasını kutlarlarmış. Eski Mısırlılar, taptıkları tanrı Ra’nın gündönümünde iyileşmeye başladığına inanırlar ve evlerini yeşil bitkilerle süslerlermiş. Antik Romalılar ise bu dönemi Saturnalia Bayramı olarak ziraat tanrısı Satürn’e adamışlar. Onlar da bu dönem ev ve tapınaklarını hep yeşil olan ağaçların dallarıyla süslerlermiş.
Benzer bir adet Orta Asyadaki eski Türklerde Nardugan adıyla kutlanırmış. Gece ile gündüz arasındaki savaşın gündüz lehine dönmeye başladığı 22 Aralık günü çok önemliymiş ve mitolojik olarak tüm insanların türediği ağaç olduğuna inanılan Akçaçam Ağaçları süslenirmiş. Muazzez İlmiye Çığ’a göre bu gelenek batıya göçen veya akın eden kavimler üzerinden Avrupa’ya geçmiş olabilir. (Bu ‘Hayat Ağacı’ hakikaten kilimcilikte bile izini devam ettiren bir simge. Elf kültürlerinde de Hayat Ağacının önemini burada hatırlatalım…)
Roma İmparatorluğunun Hıristiyanlığı 4. yüzyılda resmen kabul etmesiyle birlikte, Antik Romalıların Saturnalia Bayramının son günü olan 25 Aralık günü, İsa’nın doğum günü olarak kutlanmaya başlanıyor ve Noel günü oluyor. Ancak Romalılar henüz Noel ağacı süslemiyorlar o tarihte.
Noel zamanı ağaç süsleme pekçok batılı kaynağa göre ilk Almanya ve İskandinavya’da başlıyor. Aşağıdaki kaynağa göre ise 1510 yılında Estonya ve Latvia’da bir tüccar locası olan Blackhead Fraternity (Siyah Kafalar Kardeşliği) Noel gününü meydanda ağaç süsleyerek kutluyor.
Gelenek Alman kökenli Hıristiyanlar tarafından zamanla tüm Hıristiyanlığa yayılıyor. 19. yüzyıla kadar Amerika’da bu ağaç süsleme geleneği bazı eyaletlerde yasak. İngiltere’de halk tarafından sevilen kraliçe Victoria döneminde 1846 dolaylarında saray ahalisi Noel Ağacı süslüyor ve bundan sonra İngiltere’de de gelenek yaygınlaşıyor. Eski Roma’dan günümüze uzanan Katolik Vatikan’da ise geleneğin resmi olarak uygulanması 1982’ye kadar bekliyor!
Sovyetler Birliği kuruluşundan sonra Noel Ağacı süslemesini yasaklıyor fakat 1935’ten itibaren, süslemeler (seküler) yılbaşını kutlama amacıyla yapılıyor ve antik gelenek Yılbaşı Ağacı ismiyle devam ediyor.
Tarihte ilk yeni yıl kutlamalarına Mezopotamyada İ.Ö.2000 civarında rastlanmış: Babiller Mart sonundaki ekinoks dönemini ‘Akitu’ ismiyle kutlarlarmış. Yine Ortadoğu’da eski halklar Mart ekinoks dönemini Nowruz (Nevruz) olarak kutlarlarmış. Bu yıl döngüsü kutlamasının İ.Ö. 6. yüzyıla kadar gittiği söyleniyor. 3000 yıllık tarihi olduğu söylenen Çin yeni yıl kutlaması ise ay takvimine göre olduğu için devamlı kayıyor ve genelde Ocak ile Şubat ayları arası kutlanıyor.
Roma İmparatorluğu İ.Ö. 45’e kadar Julyen (Julian) takvim kullanıyordu ve takvimin ilk günü 1 Ocak (January) idi. O dönemde yeni yılın ilk gününü Janus tanrısına (kapıların ve başlangıçların tanrısı) adamışlardı. Daha sonradan Gregoryen (Gregorian) takvime geçtiler. Hıristiyanlık döneminde ise yeni yılın ilk günü, İsa’nın Sünneti ve isminin veriliş günü (doğumundan 8 gün sonrası) olarak kutlandı. Anglikan ve Lutheryan Kiliseler hala böyle kutluyorlar. Roma Katolik Kilisesi ise günümüzde Meryem’in Töreni -Solemnity of Mary- olarak kutluyor. Ortodoks Kilisesi ise hala Julyen takvim kullanıyor ve bu takvimdeki 1 Ocak günü, Gregoryen takvimde 13 Ocak’a denk geliyor. Onların Noel ve yılın ilk günü kutlaması farklı bir zamana denk geliyor.
İslamiyetin Hicri takviminin ilk günü olan 1 Muharrem günü de takvim ay takvimi olduğu için devamlı kayıyor. Yahudiler ise ‘Rosh Hashanah’ yeni yıl kutlamasını Eylül – Ekim ayları arasına denk getiriyorlar.
Özetle geleneksel olarak din ile ilişkilendirilmiş olsa da zaman içinde dünyanın pekçok ülkesinin Gregoryen takvime geçişi ile birlikte seküler bir kutlamaya dönüşmüş yılbaşı kutlamaları. Örnek olarak Venedik 1522’de, Rusya 1700’de, İngiltere 1752’de, Türkiye 1926’da, Tayland 1941’de 1 Ocak gününü yılbaşı olarak tanımış.
Tarih, arkeoloji, antropoloji (insan-bilim) gibi alanlarda çalışan uzmanlara göre ilk insanlar Afrika’da yaşadılar, oradan farklı dönemlerde göçlerle tüm dünyaya yayıldılar. (Çok popüler olmayan bir Çinli kurama göre, ilk Çinliler Asya’da yaşadı doğrudan.) Afrika’dan Avrupa ve Asya’ya yayılmak görece kolay fakat arada okyanus olan Amerika’ya nasıl gittiler?
Bazı kuramlara göre Asyalılar, Sibirya ve Alaska üzerinden Kuzey Amerika’ya eriştiler ve oradan bütün Amerika’ya yayıldılar. Bazımız gülüp geçiyor ama ‘Kızılderililer Türk’ önermesinin kökeninde aslında bu bilimsel kuram var. Orta Asya / Sibirya’daki çadır kurma teknolojisi ile kızılderililerin çadır kurma teknolojilerinin çok benzeştiği söyleniyor.
Tarihte biraz ilerleyelim, başka bazı kuramlara göre Vikingler, Kuzey Avrupa ve belki Kuzey Kutbu üzerinden Kuzey Amerika’ya eriştiler.
Avrupa-merkezli tarih söylemine göre Kristof Kolomb, 1492’de Amerika’ya gemisiyle gitti – yani keşfetti. Gerçi kendisi orayı Hindistan sanıyordu. Avrupalıların ‘keşfettiği’ Amerika’da, o dönem farklı uygarlık aşamalarında olan farklı Kızılderili kabileleri, İnka ve Aztek Krallıkları vs zaten yaşıyordu.
1492 öncesinde Müslümanlar Amerika’ya gitmişler miydi? Belki de evet. Fakat kalıcı oldular mı veya İslam uygarlığına net geri dönüş ve aktarım yaptılar mı: hayır. Amerika’da o dönemlerden kalma İslami etkiler, kalıntılar var mı? Yok. Bugün Amerika’nın ağırlıklı dini nedir? Hıristiyanlık.
Kolomb’un hatıratında Küba’da bir tepeyi cami kubbesine benzetiyor.
Ancak 1492 yılı öncesinde, İslam Uygarlığı kendi altın çağını yaşamış ve matematik, astronomi, tıp, felsefe ve denizcilik/haritacılık alanlarında Avrupa ve Afrika’da önde gidiyordu. İberya (Portekiz ve İspanya) yarımadasında epey hüküm sürmüş İslam uygarlığı, Portekiz, İspanyol ve İtalyan mucitleri, denizcileri etkilemişti. Avrupalı denizciler, Müslüman denizcilerin tekniğinden ve haritalarından yararlanarak zamanla onların önüne geçmeyi başardılar. Muhtemelen Kolomb, Amerika’ya giderken Müslüman denizcilerin haritalarından da yararlandı.
Tüm bunlarla ilgili çok güzel iki yazı, buyrun okuyun:
Maalesef bazı kişiler bilerek isteyerek ortalığa yalan ve yanlış bilgiler yayıyorlar. Sosyal medyada ve internette aşağıdaki paylaşım epey yayılmış durumda. (Yalan olduğu bilgisi olmadan…)
Ufak bir araştırma İnönü’ye kendi Hatıralar kitabından atfedilen bu alıntının yalan ve yanlış olduğunu gösterdi. (Kitabın 1985 yılı basımı iki cilt, 2006 basımı ise tek cilt.) İşte kanıtlar:
İsmet İnönü, Hatıralar, Bilgi Yayınevi, kitabındaki Harf İnkılabı ilgili kısmı (alıntılandığı iddia edilen s223 dahil), İnönü Vakfının izniyle aşağıda olduğu gibi veriyorum:
[s221]
Harf İnkılabı (1928)
Harf inkılabı 1928’de ilan olundu. Atatürk, bir iki seneden beri bunu düşünüyordu.Vakit vakit bana açmıştı. Ben önce buna mukavemet ettim. Başından beri benim söylediğim “Enver Paşa harp ilan edilmeden böyle bir şeye teşebbüs etmişti.; sonra muharebenin ilanı üzerine kaldırıldı. Tekrar eski hale döndük. Yine öyle olacak” Çünkü bu tecrübeyi yakından biliyordum. Enver Paşa yeni yazı şeklini emir olarak genelkurmaya verdiği zaman ben oradaydım. Yine o zaman da itiraz ettim. Bunu çıkaramazsınız dedim. Nasıl yazıp, nasıl okuyacaklarını soruyordum. Onlar da yapacağız edeceğiz diyorlardı.
Ben 1. Şube Müdürü idim. Hafız Hakkı, Erkan-ı Harbiye İkinci Reisi. Vazife için yanına giderim. İmzaya götürdüğüm evrak, hep yeni imla ile yazılmış. Kağıtları önüne koyar, anlatırım. Hafız Hakkı kağıtları okumaz, bana bakar: “Canım sen anlat bunun içinde ne var” der. Çünkü kendisi okuyamıyor. Bunun üzerine ben anlatırım. Bir gün bana, “Getireceğin yazıları, benim bildiğim yazı ile ayrıca yazdır da getir.” Dedi.
İstediği, bir evrakı iki ayrı yazı ile yazdıracağım, birini kolayca okuyup anlayacak; ötekini de anlamış gibi imza edecek. İtiraz ettim:
“Yapamam dedim. Ben size başında söyledim. Yapamayacaksınız, diye ikaz ettim. Şimdi ben sizin istediğinizi yapacağım ve bana da maiyetimde bulunanlar iki ayrı yazıyla evrak getirecekler. Böyle şey olmaz.”
Şimdi, ben bu macerayı biliyorum. Harf İnkılabı ilan edilmeden iki sene evvel Atatürk’e söyledim.
“Bu kolay bir iş değildir. Sen, harp zamanı karargahta çalıştın mı?” dedim.
“Hayır,” dedi.
“Ben bilirim, dedim. Bunu tecrübe ettim. Bütün devlet muamelatı, her şey bozulacak. Herkes iki yazı kullanacak. Kabul edildi diye kendisini mecbur hissederek yeni harfleri kullanacak, bir de asıl işidir, kıymetli işidir diye eski harfleri kullanacak. Başa çıkamayız. İyi düşün.”
Atatürk’e bunları söyledim ve benim ikazım cesaretini kırdı. Harf inkılabını iki sene sürükledi. Resmi beyanlarında, grupta, partide, yaptığı konuşmalarda, yeni harfleri düşünüyoruz, diyordu. Fakat, başlayamıyordu. Nihayet harf inkılabını emrivaki halinde ilan etmeden önce kendisine şöyle dedim:
“Siz,” dedim. “Başta siz olmak üzere hiçbiriniz tatbik etmeyeceksiniz. Büyük bir inkılap hareketi yapacağız. Bir inkılap yapıldığı zaman, bunu tatbik etme mevkiinde bulunanların kararlarındaki inanç, ciddiyet, sebat hakkında hiçbir şüphe olmamalı. Evvela biz, bunun birinci derecede tatbikçisi olmalıyız. Riayet etmeliyiz.”
Atatürk, söz verdi:
“Tatbik edeceğiz, ben başta olmak üzere hepimiz tatbik edeceğiz.” Dedi.
Harf inkılabı oldu. Herkes bilir ki ondan sonra, ben eski yazıyı kullanmış değilim. Harf inkılabı çıktıktan sonra, şimdiye kadar eski yazıyla yazmış olduğum 20 satırı bulmaz. Yapmadım yapamadım. Akıllık ettim. Çünkü ilk sıkıntıya katlanmayanlar, ömürlerinin sonuna kadar yeni yazıyı kullanamadılar. Yeni yazıya alışmak için birkaç ay, her ne kadar ise kabiliyetine göre sıkıntı çekip onun içine kapanmak lazımdı. Onu kullanmakta ısrar etmek lazımdı. Cemiyete bunu yaptırmak için almadığım tedbir, katlanmadığım eziyet ve vermediğim eziyet, güçlük kalmamıştır.
Ben vekillerin, mebusların, memurların, herkesin cep defterini muayene eder ve eski yazı ile notlarını gördüğüm zaman mesul tutardım. Ben Başvekilim. Bir gün Genelkurmaya gittim. Bana resmi iki kağıt getirdiler. İmza etmem lazımmış. Fakat biri eski yazı ile yazılmış. Bunu okuyup anlayacağım ve sonra yeni yazıyla yazılmış olanını imzalayacağım.
Nedir bu, diye sordum. Mareşal öyle söylemiş. Ona evrakı hep bu tarzda götürüyorlarmış. Tıpkı Hafız Hakkı’nın benden istediği gibi. Karşımdaki subaya,
“Yeni yazıyı kullanmıyorsunuz. Bu devletin kanunu değil mi? Siz devletin kanununu tanımaz mısınız?” dedim. Çocuk ölecekti pancar gibi oldu.
Yeni harfleri öğrenmek için mektepler açıldı. Atatürk. her yeri dolaştı. Tahmin olunmaz bir şahsi gayret göstererek yeni harfleri memlekete mal etmeye çalıştı. Ama yaşlı bir adamın alıştığı harfleri bırakıp yeni harfleri öğrenmesi kolay olmuyor. Bu gibi kimselere bunu öğrenin demek de güç bir şey. Bunca zaman önce, çocuklukta öğrendiğim ilk harflerin şurası burası benzemez, yine de söker, okurum. Sonradan öğrenilen bir harfle bunu sökmeye imkan yoktur. Hiç eski yazı bilmeyen insanların yazılarını ben okuyamıyorum. Halbuki eski yazılardan okuyamayacağım yazı yoktur. En aciz adamın en karışık yazdığını mutlaka söker, çıkarırdım.
Bütün bu anlattığım güçlükleri düşünerek, bilhassa yetişmiş insanların yazı ile münasebetlerinin bozulacağından ve cemiyette kültür hayatının kötürüm olacağından endişeliydim. İki harf kullanacağız ve yeni yazıyla tek harfli bir cemiyet hayatına geçiş için son derece uzun bir intikal devri olacak. Bu endişeyi duyuyordum, “Yapamazsınız; siz yapmayacaksınız, başkası hiç yapmaz” derken, bana işin aslından gelen bir endişe havası hakimdi.
[s222]
[s223]
Esas olarak harf inkılabının taraftarıyım. Başlangıçta gönderdiğim mukavemet, anlattığım sebeplere dayanıyordu ve Atatürk benim bu mukavemetimi samimi olarak karşılıyordu. Kendisi; bir emrivaki yaparak bu inkılabı kabul ettiririm, İsmet Paşa’nın söylediği doğru ben de uyarım, hep beraber çalışmalıyız, çalışırız, olur biter diye düşünüyordu. Onda böyle samimi bir kanaat vardı.
Bugünlere ait bir olayı hatırlarım. Atatürk, yanında bazı kimseler olduğu halde, bir yerde çalışıyor. Önünde eski yazıyla yazılmış birçok kağıt var. Akşamüzeri ben kendisini görmeye gittim. İsmet Paşa geliyor, diye haber verirler. Hepsi telaşa düşer. Masanın üzerindeki kağıtları kaldırırlar.
Sözünde duruyor. Fakat acele bir iş yapılacağı zaman ve onun istediği vesika veya notu herkes kolayına geldiği gibi eski yazıyla verince ne olacak? Tabii çaresiz bir vaziyet.
Bu son zamanlarda bile, koalisyon hükümeti olarak çalışırken, bakarım yanımda oturan Alican defterini çıkarır, eski yazıyla yazar. İçimden, şartlar müsait olsa ben sana gösteririm, derim. Bırakalım bunu, kendi partimizin adamına bir şey yapamaz hale geldim. Şimdi serbest….. Herkesin cep defterine ne karışırsın, oldu….
Harf inkılabı bir okuma yazma kolaylığına bağlanamaz. Okuma yazma kolaylığı Enver Paşa’yı tahrik eden sebeptir. Ama, harf inkılabının bizde tesiri ve büyük faydası, kültür değişmesini kolaylaştırmasıdır. İster istemez Arap kültüründen koptuk. Arap kültürünün ve Arap dilinin tesiri hakkında, yeni nesiller bizim kadar fikir edinemezler. Bir misal olarak söylemek isterim: Benim çocukluğumda kültür sahibi adamlar, Türk dilinin kifayetsizliğinden, eksikliğinden meyus olarak bahsederlerdi ve bunun için cemiyet içinde hem Türk diye bir millet olarak Araptan ayrılığı kaldırmalıydık., hem de sağlam bir dile kavuşmak maksadıyla Arapça’yı kabul etmeliydik, derlerdi. Yani vaktiyle devleti kurarken ve Türk dilini yaparken Arap dilini kabul etmek doğru olacaktı, görüşünü hararetle savunurlardı.
Anadolu’da ilk Türk devletini kuranların hepsi Türk beyi olarak devlet başına geçmişler ve milli hususiyetlerini muhafaza etmişlerdir. Sonra Osmanlılar devrinde, edebiyat vesilesiyle dil ihtiyacı genişledikçe sanatı Arap dili üzerinde işlemek hevesi milli kültürü zayıflatmıştır. Bizim devrimizde Latin harflerine geçmek Türk dilini ve milli kültürünü kurtarmak için esaslı bir etken olmuştur.
Şimdi bütün sapmalara rağmen, yazıyı yeni harflerle öğrenmiş olanlar eski harflere dönemezler. Kuran kursuna gidenler için de böyledir.
[s223]
[s224]
Harf inkılabını burada bağlayacağım. İnkılap ilan edildiği zaman herkes iki ayrı yazı ile başladı. Hükümet başında bulunduğum için gayet sıkı ve ciddi takip ederek devlet dairelerinden eski yazının kalkmasına çalıştım. Ne kadar sürdü, şimdi söyleyemeyeceğim, fakat asgari bir müddet zarfında resmi dairelerden eski yazı kalktı. Devlet memurları içinde eski yazıyı müsvedde olarak kullanmakta devam edenler, bu yazıyı bilmeyen insanlar memur olup işbaşına geldikçe, tabiatıyla seyrekleşti.
Harf inkılabı, kadınların cemiyete girmesi ve erkeklerle eşit hale gelmesi, ancak zamanla yerleşecek inkılaplardır. Bunu bilerek inkılapları değerlendirmek lazımdır.
[s224]
İnönü Hatıralar Cilt 2 Bilgi Yayınevi, Hazırlayan: Sabahattin Selek