“Istanbul not Constantinople” parçası The Four Lads grubunun İstanbul’un ismi üzerine yaptığı meşhur parça. Peki 1453’de Osmanlı Türklerinin eline geçen Constantinople ismi ne zaman İstanbul oldu..?
Öyle anlaşılıyor ki, Osmanlı dönemi, şehrin ismini aslında resmi olarak değiştirmemiş. Zaman içinde halk ifadesi ile Constantinople önce Osmanlılarca Kostantiniyye (Arapça), sonra da Istanpolin (şehire doğru anlamına geliyormuş Grekçede “eis tan polin“) ifadesine dönüşmüş (kaynak1, aktaran: Christoph Herzog, chair of Turkish studies at the University of Bamberg in Germany).
Türkler arasında İslambol isminin de kullanıldığı bilgisi var “wikipedia.org”‘da. 17-18. yüzyıl dönemlerinde İslambol ismi para üzerinde kullanılmış. (kaynak2) Bu kaynağa göre de, ‘Stin’ ‘polis’ şehire doğru anlamına geliyor, ayrıca İstin-polis.
Tarih boyunca şu isimler verilmiş kente: Grekler (antik Yunan), Bazantion (Byzantion) demişler İ.Ö. 657’lerde. Sonrasında Latinler Byzantium ismi ile devam etmiş. İ.S 330 civarında Roma imparatoru Constantine kendi ismini vermiş kente: Constantinople. “wikipedia.org”‘a göre ise en eski bilinen isim Trakyalıların verdiği Lygos ismi.
Ve nihayet 1930’da, Türkiye Cumhuriyeti, resmen, tüm dünyada geçerli olmak üzere kentin ismini, artık halk ağzında iyice yer etmiş olan İstanbul’a çevirmiş. Evet, resmi isim değişikliği bu kadar yeni.
2021 yaz aylarında sadece Türkiye değil tüm Akdeniz coğrafyasında (Türkiye, Yunanistan, İtalya, Cezayir, Tunus) ve bunun da dışında Kanada, ABD, Rusya gibi ülkelerde fazlasıyla etkili olan ve bizleri son derece üzen ve yıpratan orman yangınları ile birlikte, eski tarihli bir yazıya referansla sosyal medyada dezenformatif bilgi paylaşımları tekrar patlak verdi. Bu yazıyı savunanlar, karşı çıkanlar sosyal medyada saflarını belirlediler.
Söz konusu yazı, çoğu kaynakta Gazeteci / televizyoncu Gülgün Feyman Budak’a atfediliyor, muhtemelen başlığı da “Delice” veya “Çam ağacı dikmeyin” olsa gerek. Bazı internet siteleri yazının parçalarını kaynak belirtmeden anonim olarak paylaşıyor [1,3,4], bazı siteler Gülgün hanıma atfediyor [2,5]. Yazı internet, whatsup, facebook, twitter gibi çeşitli mecralarda geçmişte yayılmıştı, bu son dönem ile tekrar yaygınlaştı. O kadar ki Rahmi Turan, Sözcü’deki 2 Ağustos 2021 tarihli yazısında bu yazıya atıfta bulunuyor. Başka bir yazar da 27 Eylül 2019’da atıfta bulunmuş, bunu sözkonusu yazıdaki çam ağacı karşıtı iddiaları güzel şekilde çürüten malumatfurus.org sitesinden öğrendik [5].
Yazıyı whatsup üzerinden okuduğumuzda şu cümle ile hızlı şekilde güvenirliğini yitirmişti: “Çam ağacı ise bildiğimiz yağlı çıra idi. Dağlarımıza ovalarımıza her yere diktik. Oksijenden başka hiç bir işe yaramayan bu ağaç, ülkemizin dağına bayırına dikilen saatli bomba oldular.“
Bizim ilk denk geldiğimiz versiyonda, oksijen atfı dahi yoktu, yani “hiçbir işe yaramayan bu ağaç” ifadesi bizi irkiltti ve dezenformasyon sensörlerimiz alarm verdi. Yukarıdaki versiyonda en azından oksijen yararı olduğu teslim edilmiş.
Şuradan [6] öğreniyoruz ki, Türkiye’de 1937 yılında Bornova Zeytincilik Araştırma Enstitüsü kurulmuş. 1950’li yıllarda ise zeytin için kötü yıllar olmuş, ekimi azalmış. Gülgün hanımın yazısındaki gibi çok fazla sayıda doğal zeytin ağacı sökülüp odun kömürü niyetine İspanya’ya ihraç edilmiş mi, araştırmak gerek. Bu anlamda yanlışlar yapılmış olabilir. 1980′ ler sonrası turizm, otel ve yazlık furyası ile dönümlerce zeytinlik alanın betonlaştığına ben bizzat şahidim.
malumatfurus.org sitesindeki incelemede, dezenformatif yazı ve paylaşımların niye yanlış olduğuna dair temel yaklaşım, Ege ve Akdeniz ormanlarının çam ağacı dikilerek oluşmadığı, doğal olduğu, çam ormanlarının (özellikle kızılçam türü) bu coğrafyanın binlerce yıllık doğal bitki örtüsü olduğu gerçeği [5]. Bu konulara dair Orman ve Ağaç konusundaki uzmanların çeşitli referansları anlatılıyor.
[4, 5, 7] sitelerinde, Prof. Dr. Ünal AKKEMİK’in “Jeolojik Çağlardan Günümüze Çamların Anadolu’daki Varlığı” makalesine (Orman Mühendisleri yayın organı Yeşil Dünya dergisinde yayınlanmış) atıf ile çamların Anadolu/Akdeniz coğrafyasının temel bir bitki örtüsü olduğu anlatılıyor. Makalede 23 milyon yıl öncesinde Anadolu’da çam bulunduğu belirtiliyor. Ayrıca ilgili sosyal medya dezenformasyonu da eleştiriliyor.
Bazı sosyal medya ünlüleri, yukarıda bahsi geçen dezenformatif çam ağacı karşıtı yazı üzerinden, çam dikilmesin zeytin dikilsin paylaşımları yaptılar. Bu konularda Prof. Doğanay Tolunay da twitter ve sosyal ortamlardan çeşitli açıklamalarda bulundu. “[…] kızılçam ve maki bitki örtüsü yangına uyum sağlamış türlerdir. Başka bir ifadeyle kızılçam ormanları ve maki bitki örtüsü yangınlardan sonra kolayca yeniden yanan alanlara gelmektedir. Bunun sebebi kızılçam kozalaklarının ve tohumlarının yangında zarar görmemesidir. […] Bu nedenlerle yanan kızılçam ormanları ve maki bitki örtüsünün yerine ağaçlandırma yapılması yerine sadece yanan alanların koruma altına alınması ve bir sonraki baharın beklenmesi durumunda fidan ve diğer çalı ve otsu türlerin yeniden sahaya gelmesi mümkündür. […] tür değişikliğine gidilirken en az 80-100 yıl sonrasındaki iklim özellikleri düşünülerek karar alınması gerekmektedir. Ülkemizde 80-100 yıl sonra sıcaklıkların 4-5 derece daha yüksek olacağı ve yağışların azalarak kuraklığın artacağı öngörülmektedir.Ülkemizde kızılçam, maki bitki örtüsü dışındaki türlerin bu koşullara uyum sağlaması oldukça zordur.Bu nedenle iklim değişikliği de göz önünde bulundurularak yanan ormanların hatta diğer ormanların mümkün olduğunca ağaçlandırma yerine doğal yollarla gençleştirilmesi gerekmektedir. […] Ceviz, Badem, zeytin gibi meyve ağaçları ile orman kurulmaz, olsa olsa meyve bahçesi oluşturulur. Bu türler sulama, gübreleme yapmadan gelişemezler. Aynı zamanda geniş aralıklarla dikildiği için erozyon önleme, karbon tutma, oksijen üretme gibi ekosistem hizmetleri de düşük olur.” [8]
Çam ağaçlarının Akdeniz bölgesinde bu kadar hakim tür olup yayılabilmiş olmasının nedenleri var. Sıcağa ve kuraklığa bir ölçüde dayanabiliyorlar [9]. Tabiki zeytin ağaçlarımız da olsun, onları da koruyalım, ancak bazı iddiaları ileri sürerken uzmanların dediklerini de değerlendirmek gerekiyor. Ayrıca çam ağaçları yararsızdır iddiası gerçekten üzücü. Ekosistem yararları, oksijen kaynağı olması gibi unsurlar dışında, çam fıstığı, çam balı gibi çeşitli ekonomik yararları da var [9].
Böyle bir soru gerekli mi? Cevabı çok basit değil mi? Ama bu soru o kadar çok sorulmuş ki internet ortamında. Çoğumuz köpeklerin kedi yemediğini düşünür, peki o zaman niye köpekler kedileri kovalar ki?
Bu soruya bilimsel anlamda verilen iki farklı fakat benzer cevap var. Köpekler geçmişteki kurt atalarından geliyorlar ve avcılık içgüdüsüne sahipler. Kendilerinden biraz daha küçük ve kaçan (veya kokan) canlıları – kedi, tilki, tavşan – av gibi görüp kovalıyorlar. Bu kovalamacanın sonunda köpeğin cinsi ve eğitimine bağlı olarak olay kansız veya kanlı sonuçlanabiliyor. Doğada aç kalan bir köpeğin de yakaladığı bir kediyi yemesi son derece olası ama kentte yaşayan iyi beslenen bir köpek kediyi öldürse bile yemiyor. (k1, k2)
İkinci cevap ise yine köpeklerin içgüdüsel olarak av oyunu oynamak istemeleri. Köpekler kendi aralarında birbirlerini kovalamaca oyunu oynayabiliyorlar, burada birbirlerini kovalıyor ancak zarar vermiyorlar, bunu oyun olarak görüyorlar. Aynı davranışı kedilere de yapmak isteyebiliyorlar ancak kediler farklı bir tür olduğu için köpeğin bu isteğini algılamıyor ve kaçıyor. Sözgelimi köpeklerin kuyruğunu sallaması keyif ifadesi iken kedilerin kuyruğunu sallaması stres ifadesi, bu anlamda farklı vücut dilleri konuşuyorlar. (k1, k2)
Yaz aylarında bazılarımız sivrisinek yaralarından daha çok rahatsız olurken bazılarımız ise keyfine bakmaya devam ediyor. Bazımız sivrisineklerin kendimizi tercih ettikleri iddiasını taşıyoruz. Bunun cinsiyetle veya kan grubuyla ilişkili olduğunu düşünenlerimiz var.
Konuyu kısaca araştırınca bilimin güncel bulgularına göre gerçekten de sivrisinekler, bazı insanları sokmak için daha çekici buluyorlar. Bunda etkili olan etkenler:
Aarhus Üniversitesi’nden Karl-Martin Vagn Jensen’e göre sivrisinekler karbondioksit (CO2) ve sıcaklığa gelerek kurbanlarını bulurlar. Aynı zamanda bazı kokular da onları çeker. (K1, 2012) Aynı araştırmacıya göre sivrisinekler kan hastalıklarını anlamazlar, B vitamininden veya sarımsak kokusundan çekinmezler ama bazı kimyasal kokular onları uzaklaştırır. Bazı ayak kokularının çekici geldiğine dair iddialar da var. (K4, 2013)
Florida Üniversitesi’nden Dr. Jonathan Day’e göre bazı insanların cildinde laktik asit gibi bazı kimyasallar daha çok bulunur ve bu kokular da sivrisinekleri çeker. (K2, 2014) Metabolizması daha yüksek olan insanlar, hamileler, kilolu insanlar daha çok CO2 üretir ve sivrisineklerin hedefi olabilirler. Alkol almak, spor yapmak da metabolizmayı arttırmaktadır. Aynı araştırmacıya göre sivrisinekler koyu tonlu kıyafetleri (kırmızı dahil) açık tonlu kıyafetlere göre daha çok algılayıp tercih ederler. Bir başka etken de çevrenize göre daha çok hareketli oluşunuz.
Kan grubunun da (sivrisinekler açısından tercihen O) bir etken olduğuna dair yazılmış makaleler bulunuyor (K3, 2013) ve böyle bir inanış da var. Ancak bu iddianın biraz daha sınanması gerekli gibi duruyor.
Madem bu kadar okudunuz, sivrisinekler hakkında ilginç birkaç bilgi ile yazıyı sonlandıralım. Sivrisinekler yaklaşık 210 milyon yıldır varlar. Sokmak için ilk tercihleri insanlardan ziyade büyükbaş hayvanlar. Dişilerin ömrü 2 aydan az, erkekler daha bile az yaşıyorlar. Kuşlar, yarasalar, kurbağalar ve balıklar afiyetle sivrisinek yiyorlar. Veee bizi sokmaları açısından erkek sivrisinekler tamamen suçsuz, yalnızca dişi sivrisinekler kan emiyor. (K5, 2017)
Çoğumuz balık yiyeceğimiz zaman bir an ürpeririz acaba bayat mı diye. Hele yanında yoğurt seçeneği varsa tercih etmeyebiliriz. Peki gerçekten balık ve yoğurt – ayrı ayrı bu kadar yararlı olan iki gıda – birarada zehirli mi?
Değil. Eğer balık bayat ise tek başına histamin zehirlenmesine yol açabilir. Süt bazlı gıdalarda da histamin maddesi varmış, dolayısıyla bayat balık ve süt/yoğurt bazlı gıdalar birarada daha yoğun histamin zehirlenmesine yol açabilir. (Balık bazlı histamin zehirlenmesine “Scombrotxicosis” veya “cheese syndrome” deniyormuş.) Ancak balık taze ise bir sorun yok. Siz siz olun yine de midenizi çok fazla zorlamayın.
Çoğumuzun hayatında özel bir yeri vardır aspirinin. Bazımız peynir ekmek gibi tüketmişizdir tüketmeye devam ediyoruzdur. Geçtiğimiz yıllarda Hintli birinden aspirinin yasak olduğu iddiasını duyduğumda küçük dilimi yutuyordum. Geçenlerde benzer bir iddiayı tekrar duyunca konuyu kendimce araştırayım dedim.
Aspirinin tarihsel kökeni Türkçe ve İngilizce wikipedia’ya göre antik Mısırlıların söğüt ağacı (willow) veya mersin ağacı kabuk ve yapraklarının özünden ürettikleri ateş düşürücü ve ağrı kesici olarak kullandıkları ilaçlara kadar gidiyor. İ.Ö 400 civarında Hippocrates bu kullanımı anlatmış.
Avrupanın geçirdiği Aydınlanma/Reform döneminin sonlarında 1899’da Bayer firması kendi ticari markası olarak Aspirin’i üretiyor ve o kadar popüler oluyor ki farklı firmaların da ürettiği aspirin benzeri tüm ilaçlara biz kısaca aspirin diyoruz. Aspirinin en popüler dönemi, ağrı, ateş ve soğuk algınlığına karşı kullanılan parasetamol bazlı ilaçların (gripin gibi) veya çeşitli türde ilaçların (misal ibuprofen bazlı) ortaya çıkması ile 1950/1960’larda sonlanmaya başlıyor.
1980’lerde aspirin kullanımı ile çocuklarda gözlenen ve ölümcül olabilen Reye Sendromu arasında bir ilişki gözleniyor. 1986’da ABD’de aspirin kutularına çocukların kullanmamasına yönelik uyarı etiketi konulması şart koşuluyor.
1980’lerin sonlarında ise aspirinin kan sulandırıcı (anti-pıhtılaştırıcı) özelliği sayesinde kalp krizi ve inme gibi durumları önleyici durumu dikkat çekiyor ve bu açıdan tekrar popülerleşiyor.
Almanya’da eczanelerden ve ABD’de marketlerden aspirin almak reçetesiz olarak mümkün:
Aşağıdaki habere göre İngiltere’de ise 2002 yılında 12 yaş altı çocuklar için yasaklı olan aspirin 16 yaş altı çocuklar için yasak hale getiriliyor çünkü az da olsa Reye sendromu riski var. Demek ki Hintli tanıdığımın bahsettiği yasak buymuş:
Gelelim Türkiye’ye. Alttaki sitedeki çevrim-içi prospektüste çocuklar için hem kullanabilirsin diyor hem de kafa karıştırıcı şekilde hekime yönlendiriyor:
“ÇOCUKLARDA VE GENÇLERDE GRİP VE SU ÇİÇEĞİNE EŞLİK EDEN YÜKSEK ATEŞTE REYE SENDROMU KONUSUNDA HEKİME DANIŞILMADAN KULLANILMAMALIDIR.
Hekim tarafından tavsiye edilmedikçe, hamileler ve süt veren anneler tarafından kullanılmamalıdır.”
“7 yaşından küçük çocuklarda bunlar için uygun olan “Aspirin 100, çocuklar için” preparatını kullanınız.”
“1 yaşından küçük çocuklarda kullanılmamalıdır.
Kullanım şekli :
Lezzetinin iyi oluşu nedeniyle, çocuklar bu Aspirin’i emmek veya bir miktar suda eritmek suretiyle alabilirler. Tablet alındıktan sonra bir miktar su içilmelidir.”
Anneme sordum, parasetamol kusturuyordu o yüzden aspirin içirirdim dedi. Sonuç olarak mutlaka doktorunuza danışınız, kendi araştırmanızı da yapınız. İlaç endüstrisi çok da güvenilir bir endüstri değil kendi gizemleriyle…
Hayır. Saç ve sakal tıraş edildiğinde veya kesildiğinde genetik ve hormonal biyolojik özellikleri değişmez. Kılların hızlı büyümesi genetiğe ve hormonlara bağlıdır – hem erkeklerde hem kadınlarda. Çocukların sakalım çıksın diye yüzlerine jilet vurmalarının bir yararı yoktur. Kısalan kılların kökü bir miktar rahatlayabilir ancak önceki uzunluğuna eriştiğinde özellikleri farklılaşmış olmayacaktır.
Tıraş edilen tüylerin daha gür çıkar gibi görünmesinin nedeni ise tıraş edildiğinde kılın ara kesitinin görünmesi, onun da kılın uç kısmına nazaran daha kalın olmasındandır. Kıl kökten alınıp sıfırdan büyüseydi, uç kısmı daha ince olduğundan daha az gür izlenimi verecekti. Benzer uzunluklara geldiklerinde iki durumda da kılın yapısı aynı olacaktı.
”Pekin’deki insanlar hava kirliliği yüzünden Güneş’i göremiyor, o yüzden de LED ekranlarla güneşin doğuşu gösteriliyor.” Uydurmasınlar 🙂 Tianenmen Meydanı’nda bir reklam panosu bu. (kaynak: Radikal)
”Sovyetler Birliği’ndeki bir akıl hastanesinde çekildiği, görüntüdeki kadınların zihinsel bozuklukları sebebiyle duvarlara tırmandığı” iddiası. Zekice ama bu fotoğraf 1977 yılında Pina Bausch adlı performans sanatçısının gösterisi için çekilmiş. (kaynak: Radikal)
Herhalde özçekim (selfie) veya ‘nefsi-suret’ bu fotomontajdan sonra patlama yapmıştır 🙂 🙂
Bu fotoğraf gerçekten Washington’daki Vashon Adası’nda çekilmiş. 100 yıl önce savaşa giden bir asker tarafından bırakılmamış fakat 1950’lerde bırakılmış. Bölgenin şerifi Don Puz, bisikletin kendisine ait olduğunu iddia ediyormuş. (kaynak: Radikal) İlginç.
Her yılbaşı sembolik ağaçlar süslüyoruz, çok da güzel görünüyor. Bazımız Yılbaşı Ağacı diyoruz, bazımız ‘Noel Ağacı bu, Hıristiyan geleneği’ deyip kızıyor. Peki nedir bunun gelmişi geçmişi:
Farklı farklı kültürlere ait eski insanlar, 21-22 Aralıkta yaşanan gündönümünü (solstis / solstice) yani gündüzlerin tekrar uzamaya başlamasını kutlarlarmış. Eski Mısırlılar, taptıkları tanrı Ra’nın gündönümünde iyileşmeye başladığına inanırlar ve evlerini yeşil bitkilerle süslerlermiş. Antik Romalılar ise bu dönemi Saturnalia Bayramı olarak ziraat tanrısı Satürn’e adamışlar. Onlar da bu dönem ev ve tapınaklarını hep yeşil olan ağaçların dallarıyla süslerlermiş.
Benzer bir adet Orta Asyadaki eski Türklerde Nardugan adıyla kutlanırmış. Gece ile gündüz arasındaki savaşın gündüz lehine dönmeye başladığı 22 Aralık günü çok önemliymiş ve mitolojik olarak tüm insanların türediği ağaç olduğuna inanılan Akçaçam Ağaçları süslenirmiş. Muazzez İlmiye Çığ’a göre bu gelenek batıya göçen veya akın eden kavimler üzerinden Avrupa’ya geçmiş olabilir. (Bu ‘Hayat Ağacı’ hakikaten kilimcilikte bile izini devam ettiren bir simge. Elf kültürlerinde de Hayat Ağacının önemini burada hatırlatalım…)
Roma İmparatorluğunun Hıristiyanlığı 4. yüzyılda resmen kabul etmesiyle birlikte, Antik Romalıların Saturnalia Bayramının son günü olan 25 Aralık günü, İsa’nın doğum günü olarak kutlanmaya başlanıyor ve Noel günü oluyor. Ancak Romalılar henüz Noel ağacı süslemiyorlar o tarihte.
Noel zamanı ağaç süsleme pekçok batılı kaynağa göre ilk Almanya ve İskandinavya’da başlıyor. Aşağıdaki kaynağa göre ise 1510 yılında Estonya ve Latvia’da bir tüccar locası olan Blackhead Fraternity (Siyah Kafalar Kardeşliği) Noel gününü meydanda ağaç süsleyerek kutluyor.
Gelenek Alman kökenli Hıristiyanlar tarafından zamanla tüm Hıristiyanlığa yayılıyor. 19. yüzyıla kadar Amerika’da bu ağaç süsleme geleneği bazı eyaletlerde yasak. İngiltere’de halk tarafından sevilen kraliçe Victoria döneminde 1846 dolaylarında saray ahalisi Noel Ağacı süslüyor ve bundan sonra İngiltere’de de gelenek yaygınlaşıyor. Eski Roma’dan günümüze uzanan Katolik Vatikan’da ise geleneğin resmi olarak uygulanması 1982’ye kadar bekliyor!
Sovyetler Birliği kuruluşundan sonra Noel Ağacı süslemesini yasaklıyor fakat 1935’ten itibaren, süslemeler (seküler) yılbaşını kutlama amacıyla yapılıyor ve antik gelenek Yılbaşı Ağacı ismiyle devam ediyor.
Tarihte ilk yeni yıl kutlamalarına Mezopotamyada İ.Ö.2000 civarında rastlanmış: Babiller Mart sonundaki ekinoks dönemini ‘Akitu’ ismiyle kutlarlarmış. Yine Ortadoğu’da eski halklar Mart ekinoks dönemini Nowruz (Nevruz) olarak kutlarlarmış. Bu yıl döngüsü kutlamasının İ.Ö. 6. yüzyıla kadar gittiği söyleniyor. 3000 yıllık tarihi olduğu söylenen Çin yeni yıl kutlaması ise ay takvimine göre olduğu için devamlı kayıyor ve genelde Ocak ile Şubat ayları arası kutlanıyor.
Roma İmparatorluğu İ.Ö. 45’e kadar Julyen (Julian) takvim kullanıyordu ve takvimin ilk günü 1 Ocak (January) idi. O dönemde yeni yılın ilk gününü Janus tanrısına (kapıların ve başlangıçların tanrısı) adamışlardı. Daha sonradan Gregoryen (Gregorian) takvime geçtiler. Hıristiyanlık döneminde ise yeni yılın ilk günü, İsa’nın Sünneti ve isminin veriliş günü (doğumundan 8 gün sonrası) olarak kutlandı. Anglikan ve Lutheryan Kiliseler hala böyle kutluyorlar. Roma Katolik Kilisesi ise günümüzde Meryem’in Töreni -Solemnity of Mary- olarak kutluyor. Ortodoks Kilisesi ise hala Julyen takvim kullanıyor ve bu takvimdeki 1 Ocak günü, Gregoryen takvimde 13 Ocak’a denk geliyor. Onların Noel ve yılın ilk günü kutlaması farklı bir zamana denk geliyor.
İslamiyetin Hicri takviminin ilk günü olan 1 Muharrem günü de takvim ay takvimi olduğu için devamlı kayıyor. Yahudiler ise ‘Rosh Hashanah’ yeni yıl kutlamasını Eylül – Ekim ayları arasına denk getiriyorlar.
Özetle geleneksel olarak din ile ilişkilendirilmiş olsa da zaman içinde dünyanın pekçok ülkesinin Gregoryen takvime geçişi ile birlikte seküler bir kutlamaya dönüşmüş yılbaşı kutlamaları. Örnek olarak Venedik 1522’de, Rusya 1700’de, İngiltere 1752’de, Türkiye 1926’da, Tayland 1941’de 1 Ocak gününü yılbaşı olarak tanımış.