“Istanbul not Constantinople” parçası The Four Lads grubunun İstanbul’un ismi üzerine yaptığı meşhur parça. Peki 1453’de Osmanlı Türklerinin eline geçen Constantinople ismi ne zaman İstanbul oldu..?
Öyle anlaşılıyor ki, Osmanlı dönemi, şehrin ismini aslında resmi olarak değiştirmemiş. Zaman içinde halk ifadesi ile Constantinople önce Osmanlılarca Kostantiniyye (Arapça), sonra da Istanpolin (şehire doğru anlamına geliyormuş Grekçede “eis tan polin“) ifadesine dönüşmüş (kaynak1, aktaran: Christoph Herzog, chair of Turkish studies at the University of Bamberg in Germany).
Türkler arasında İslambol isminin de kullanıldığı bilgisi var “wikipedia.org”‘da. 17-18. yüzyıl dönemlerinde İslambol ismi para üzerinde kullanılmış. (kaynak2) Bu kaynağa göre de, ‘Stin’ ‘polis’ şehire doğru anlamına geliyor, ayrıca İstin-polis.
Tarih boyunca şu isimler verilmiş kente: Grekler (antik Yunan), Bazantion (Byzantion) demişler İ.Ö. 657’lerde. Sonrasında Latinler Byzantium ismi ile devam etmiş. İ.S 330 civarında Roma imparatoru Constantine kendi ismini vermiş kente: Constantinople. “wikipedia.org”‘a göre ise en eski bilinen isim Trakyalıların verdiği Lygos ismi.
Ve nihayet 1930’da, Türkiye Cumhuriyeti, resmen, tüm dünyada geçerli olmak üzere kentin ismini, artık halk ağzında iyice yer etmiş olan İstanbul’a çevirmiş. Evet, resmi isim değişikliği bu kadar yeni.
Videodaki anlatıma göre, Ateş, kısmi plazmadır. Büyük oranda sıcak gazdan oluşur. Ancak bir miktarı ise ionlaşmış gazdır çünkü yüksek enerji kazandığı için bazı atomlar elektronlarını kaybetmiştir. Ateş teknik olarak ışık kaynağıdır. Işığın bir kısmının oluşumu ionlaşmış gaz atomlarının elektronlarını geri kazanırken yayınladığı fotondur (ışık). Kendisi ışık kaynağı olduğu için, ateşe başka bir ışık kaynağı tutulduğunda ateşin gölgesi oluşmuyor.
Peki ışığı emen, gölge veren, karanlık bir ateş üretmek mümkün mü? Sodyum bazlı olarak monokromatik (tek renk/dalgaboyu ~589nm) ışıklandırılmış bir ortamda sodyum yakarak, ateşteki sodyum atomlarının aynı dalga boyundaki sodyum kaynaklı ışığı soğurmasını sağlayarak siyah ateş üretebiliyor ve ışık kaynağının fotonlarını çektiği için gölge üretebiliyor!
2021 yaz aylarında sadece Türkiye değil tüm Akdeniz coğrafyasında (Türkiye, Yunanistan, İtalya, Cezayir, Tunus) ve bunun da dışında Kanada, ABD, Rusya gibi ülkelerde fazlasıyla etkili olan ve bizleri son derece üzen ve yıpratan orman yangınları ile birlikte, eski tarihli bir yazıya referansla sosyal medyada dezenformatif bilgi paylaşımları tekrar patlak verdi. Bu yazıyı savunanlar, karşı çıkanlar sosyal medyada saflarını belirlediler.
Söz konusu yazı, çoğu kaynakta Gazeteci / televizyoncu Gülgün Feyman Budak’a atfediliyor, muhtemelen başlığı da “Delice” veya “Çam ağacı dikmeyin” olsa gerek. Bazı internet siteleri yazının parçalarını kaynak belirtmeden anonim olarak paylaşıyor [1,3,4], bazı siteler Gülgün hanıma atfediyor [2,5]. Yazı internet, whatsup, facebook, twitter gibi çeşitli mecralarda geçmişte yayılmıştı, bu son dönem ile tekrar yaygınlaştı. O kadar ki Rahmi Turan, Sözcü’deki 2 Ağustos 2021 tarihli yazısında bu yazıya atıfta bulunuyor. Başka bir yazar da 27 Eylül 2019’da atıfta bulunmuş, bunu sözkonusu yazıdaki çam ağacı karşıtı iddiaları güzel şekilde çürüten malumatfurus.org sitesinden öğrendik [5].
Yazıyı whatsup üzerinden okuduğumuzda şu cümle ile hızlı şekilde güvenirliğini yitirmişti: “Çam ağacı ise bildiğimiz yağlı çıra idi. Dağlarımıza ovalarımıza her yere diktik. Oksijenden başka hiç bir işe yaramayan bu ağaç, ülkemizin dağına bayırına dikilen saatli bomba oldular.“
Bizim ilk denk geldiğimiz versiyonda, oksijen atfı dahi yoktu, yani “hiçbir işe yaramayan bu ağaç” ifadesi bizi irkiltti ve dezenformasyon sensörlerimiz alarm verdi. Yukarıdaki versiyonda en azından oksijen yararı olduğu teslim edilmiş.
Şuradan [6] öğreniyoruz ki, Türkiye’de 1937 yılında Bornova Zeytincilik Araştırma Enstitüsü kurulmuş. 1950’li yıllarda ise zeytin için kötü yıllar olmuş, ekimi azalmış. Gülgün hanımın yazısındaki gibi çok fazla sayıda doğal zeytin ağacı sökülüp odun kömürü niyetine İspanya’ya ihraç edilmiş mi, araştırmak gerek. Bu anlamda yanlışlar yapılmış olabilir. 1980′ ler sonrası turizm, otel ve yazlık furyası ile dönümlerce zeytinlik alanın betonlaştığına ben bizzat şahidim.
malumatfurus.org sitesindeki incelemede, dezenformatif yazı ve paylaşımların niye yanlış olduğuna dair temel yaklaşım, Ege ve Akdeniz ormanlarının çam ağacı dikilerek oluşmadığı, doğal olduğu, çam ormanlarının (özellikle kızılçam türü) bu coğrafyanın binlerce yıllık doğal bitki örtüsü olduğu gerçeği [5]. Bu konulara dair Orman ve Ağaç konusundaki uzmanların çeşitli referansları anlatılıyor.
[4, 5, 7] sitelerinde, Prof. Dr. Ünal AKKEMİK’in “Jeolojik Çağlardan Günümüze Çamların Anadolu’daki Varlığı” makalesine (Orman Mühendisleri yayın organı Yeşil Dünya dergisinde yayınlanmış) atıf ile çamların Anadolu/Akdeniz coğrafyasının temel bir bitki örtüsü olduğu anlatılıyor. Makalede 23 milyon yıl öncesinde Anadolu’da çam bulunduğu belirtiliyor. Ayrıca ilgili sosyal medya dezenformasyonu da eleştiriliyor.
Bazı sosyal medya ünlüleri, yukarıda bahsi geçen dezenformatif çam ağacı karşıtı yazı üzerinden, çam dikilmesin zeytin dikilsin paylaşımları yaptılar. Bu konularda Prof. Doğanay Tolunay da twitter ve sosyal ortamlardan çeşitli açıklamalarda bulundu. “[…] kızılçam ve maki bitki örtüsü yangına uyum sağlamış türlerdir. Başka bir ifadeyle kızılçam ormanları ve maki bitki örtüsü yangınlardan sonra kolayca yeniden yanan alanlara gelmektedir. Bunun sebebi kızılçam kozalaklarının ve tohumlarının yangında zarar görmemesidir. […] Bu nedenlerle yanan kızılçam ormanları ve maki bitki örtüsünün yerine ağaçlandırma yapılması yerine sadece yanan alanların koruma altına alınması ve bir sonraki baharın beklenmesi durumunda fidan ve diğer çalı ve otsu türlerin yeniden sahaya gelmesi mümkündür. […] tür değişikliğine gidilirken en az 80-100 yıl sonrasındaki iklim özellikleri düşünülerek karar alınması gerekmektedir. Ülkemizde 80-100 yıl sonra sıcaklıkların 4-5 derece daha yüksek olacağı ve yağışların azalarak kuraklığın artacağı öngörülmektedir.Ülkemizde kızılçam, maki bitki örtüsü dışındaki türlerin bu koşullara uyum sağlaması oldukça zordur.Bu nedenle iklim değişikliği de göz önünde bulundurularak yanan ormanların hatta diğer ormanların mümkün olduğunca ağaçlandırma yerine doğal yollarla gençleştirilmesi gerekmektedir. […] Ceviz, Badem, zeytin gibi meyve ağaçları ile orman kurulmaz, olsa olsa meyve bahçesi oluşturulur. Bu türler sulama, gübreleme yapmadan gelişemezler. Aynı zamanda geniş aralıklarla dikildiği için erozyon önleme, karbon tutma, oksijen üretme gibi ekosistem hizmetleri de düşük olur.” [8]
Çam ağaçlarının Akdeniz bölgesinde bu kadar hakim tür olup yayılabilmiş olmasının nedenleri var. Sıcağa ve kuraklığa bir ölçüde dayanabiliyorlar [9]. Tabiki zeytin ağaçlarımız da olsun, onları da koruyalım, ancak bazı iddiaları ileri sürerken uzmanların dediklerini de değerlendirmek gerekiyor. Ayrıca çam ağaçları yararsızdır iddiası gerçekten üzücü. Ekosistem yararları, oksijen kaynağı olması gibi unsurlar dışında, çam fıstığı, çam balı gibi çeşitli ekonomik yararları da var [9].
Meşhur müzik albümü vardır, Jules Verne’in Ay’a Yolculuk romanı vardır. Komik yerli bir de karikatür vardır, ayın karanlık yüzü ile ilgili. Ay’ın yüzü ile ilgili bir ilginçlik var, çünkü insan-evlatları ay’ın dünyadan gözlenemeyen yüzünü ilk defa 1959’da Sovyet Luna 3 uzay aracı tarafından çekilmiş fotolar ile görebildi [1, 2]. Peki, dünya kendi çevresinde dönüyor, ay da kendi çevresinde dönüyor, e ay da dünyanın çevresinde dönüyor, biz dünyadan niye ayın karanlık yüzünü doğrudan göremiyoruz: çünkü ay dünyanın çevresindeki turuyla kendi çevresindeki turunu aynı zamanda tamamlıyor ve dolayısıyla biz hep aynı tarafı görüyoruz. [1, 2]
Ama artık teknoloji ilerledi. Uzaydaki cisimlere sadece dünyadan bakmak durumunda değiliz. İşte “Deep Space Climate Observatory (DSCOVR)” yani Derin Uzay İklim Gözlem Uydusunun 2015’den bu yana çektiği fotolar sayesinde ayın o karanlık dediğimiz (dünyadan göremediğimiz) yüzünün harika fotoğraflarına bağlantılardan erişebilirsiniz! Ve evet, dünyamız yuvarlakmış gerçekten de 🙂
Gökyüzü genelde mavidir. Sorgulayacak, merak edecek bir şey var mı ki? Evet! Bunun nedeni 1911’lere kadar tam olarak anlaşılamamıştı. Aslında gökyüzü biz insanlara mavi görünüyor, onun da nedeni, güneşten dünyaya erişen farklı renklerden oluşan ışık spektrumu (hepsi birlikte beyaz ışık kabul edilir) dünyanın atmosferinde dalga boylarına göre farklı farklı saçılmalara ve yansımalara maruz kalır. Mavi renkli ışık, yeşil ve kırmızıdan daha kısa dalga boyuna sahip olduğu için daha çok dağılım ve saçılım gösterir. (Tyndall etkisi 1859 ve hemen sonrasında Rayleigh saçılımı K1) 1911’de Einstein, havadaki moleküllerin ışığın nasıl dağılmasını sağladığını bilimsel olarak göstermiştir. Ancak iş burada bitmiyor. Mor rengi, maviden daha da kısa dalga boyuna sahip?! İnsan gözünde 3 tip renge daha duyarlı algılayacılar bulunur: mavi, yeşil, kırmızı.
Gökyüzündeki mor ve ötesi renkler, gözümüzdeki kırmızı ve mavi reseptörleri, sarı/yeşil renkler yeşil reseptörleri, mavi renkler de mavi reseptörleri etkilediklerinden gökyüzünü algıladığımız şekilde görürüz. [K1] Gün batımında ise gökyüzü sarı/kızıl görünür çünkü bakış hattımıza, ışık kaynağı (güneş) uzaklaşmış, diğer renkler ve mavi ışık saçılmış, geriye kalan daha sarı/kızıl renk ışık gözümüze ulaşabilmiştir. [K1]
Bu açıklamalarla Mars’ın gökyüzü de mavi görünür. Bazen kızıl görünmesinin nedeni kızıl demir tozunun fırtınalarla Mars göğünü doldurmasıdır. [K1, K2] Yeri gelmişken, aslında güneş de tüm renklere ait ışıkları yaydığı için aslında temelde (biz her zaman öyle algılamasak da) beyazdır! [K3]
Gelelim denize. Deniz, gökyüzü mavi olduğu için, onu yansıttığı için mavi değildir. Yukarıdaki açıklamalara benzer şekilde deniz ve okyanuslarda da ışık dağılır/saçılır (scatter) ve ayrıca su moleküllerince emilime (absorbtion) uğrar [K4]. Kırmızı, sarı, yeşil renk ışık daha çok emilirken mavi ve mor renk ışık daha az emilip geri yansır ve suyun bizim mavi algıladığımız rengini verir. (Mavi görünen suyu şeffaf bir şişeye koysak beyazımsı görürüz.) Ayrıca suyun içinde bulunan diğer moleküller (kum, alivyon, plankton) de emilime, saçılıma ve renklenmeye farklı şekillerde etki eder.
Okyanuslardaki plankton (algae) kolonilerinin içindeki yeşil pigmentli klorofil, kırmızı ve mavi renkli ışığı daha çok emip yeşil ışığı yansıttığı için, plankton zengin suların rengi daha yeşilimsi görünür [K4]. Oksijen üreten planktonlar, dünyanın doğal dengesi için son derece önemli bir varlıktır.
Böyle bir soru gerekli mi? Cevabı çok basit değil mi? Ama bu soru o kadar çok sorulmuş ki internet ortamında. Çoğumuz köpeklerin kedi yemediğini düşünür, peki o zaman niye köpekler kedileri kovalar ki?
Bu soruya bilimsel anlamda verilen iki farklı fakat benzer cevap var. Köpekler geçmişteki kurt atalarından geliyorlar ve avcılık içgüdüsüne sahipler. Kendilerinden biraz daha küçük ve kaçan (veya kokan) canlıları – kedi, tilki, tavşan – av gibi görüp kovalıyorlar. Bu kovalamacanın sonunda köpeğin cinsi ve eğitimine bağlı olarak olay kansız veya kanlı sonuçlanabiliyor. Doğada aç kalan bir köpeğin de yakaladığı bir kediyi yemesi son derece olası ama kentte yaşayan iyi beslenen bir köpek kediyi öldürse bile yemiyor. (k1, k2)
İkinci cevap ise yine köpeklerin içgüdüsel olarak av oyunu oynamak istemeleri. Köpekler kendi aralarında birbirlerini kovalamaca oyunu oynayabiliyorlar, burada birbirlerini kovalıyor ancak zarar vermiyorlar, bunu oyun olarak görüyorlar. Aynı davranışı kedilere de yapmak isteyebiliyorlar ancak kediler farklı bir tür olduğu için köpeğin bu isteğini algılamıyor ve kaçıyor. Sözgelimi köpeklerin kuyruğunu sallaması keyif ifadesi iken kedilerin kuyruğunu sallaması stres ifadesi, bu anlamda farklı vücut dilleri konuşuyorlar. (k1, k2)
1 Nisan 2018’de Kruger Milli Parkıyla ilişkili Kruger Sightings isimli Twitter hesabından yukarıdaki [k1] fotolu ileti paylaşıldı. Bu fotoğraf farklı metinlerle farklı sosyal medya ortamlarında paylaşıldı, özetle iddia, filin yorgun düşmüş bir aslan yavrusunu güvenli bir yere taşıyıp yardım etmesi idi.
Bu Kruger Sightings’in 1 nisan şakasıydı, haber kaynağı olarak “Sloof Lirpa” olarak gösterilmişti [k1], tersten okuyunca April Fools, Nisan Şakasına bir referans. [k2] Maalesef aslanlar ve filler doğada azılı düşmanlar, böyle bir olay hiç olmuş mudur, olabilir mi bilemeyiz ancak yukarıdaki foto montaj. Fotoların orijinallerini, aşağıdaki twitter bağlantısındaki yorumları incelerseniz görebilirsiniz.
Son dönem sosyal medyada popüler olan bir videoda mekanik görünümlü bir cihaza bırakılan renkli bilyeler, alt tarafta otomatik olarak renklere ayrılıyor. Hatta bazı paylaşımlardaki açıklamada bunun kuantum fiziği sayesinde olduğu iddia ediliyor, bazı yorumcular ise bilyelerin büyüklüğü veya ağırlığına bağlıyor bu davranışı.
Bilmeyenlere hatırlatalım: (!) işareti alay etme, inanmama, kinaye anlamları katar. Bu videonun iki versiyonunu gördük, biri bariz şekilde bilgisayar simülasyonu:
Diğeri daha başarılı şekilde gerçekçi duruyor:
Ancak bunun da bir tür bilgisayar simülasyonu olduğu ve gerçek olmadığı anlaşılıyor. Bazı kaynaklara göre simülasyon koşumu sonunda istiflenen toplar, farklı bölmelerdeki farklı renk, aynı bölmedekiler aynı renk olacak şekilde renklendiriliyor ve simülasyon bu şekilde tekrar baştan koşularak bu sonuç elde ediliyor. (k1)
Aslında bu mekanik cihaz gerçekten var, adı Galton Tahtası (veya Fasulye Makinası). Amacı istatistiksel Normal (Gauss) Dağılımını veya diğer adıyla çan eğrisini mekanik olarak göstermek. Olasılık kuramlarıyla ilgili yani. Ama renk ayırmak gibi yeteneği yok. (k2)
Konuyu biraz daha araştırınca aslında üretilen maddeleri renklere göre ayıran çok gelişmiş otomatik makinaların olduğunu, üretim ve paketleme tesislerinde kullanıldığını gördük. Bunlar optik kameralar ile renk tespiti yaparak maddeleri fiziksel olarak ayırıyorlar. Aslında gerçekten de çok derinlerde kuantum fiziğini kullanmış oluyorlar… İşte bir örnek:
Maalesef pekçok konuda olduğu gibi ülkemizle ilgili geçmişteki doğru / yanlış, iyi / kötü uygulamaları bugün tartışırken nesnellik ve bilimsellikten uzaklaşıp kısır tartışmalara, suçlamalara giriyoruz ve kutuplaşıyoruz. Böylece asıl konuyu ıskalayabiliyoruz. Ülkenin refahını düşünen pekçok insan için erken dönem teknolojik yatırımların beklentilerin altında kalmış olması bir üzüntü meselesi ve bunun nedenlerini araştırıyoruz. Uçak üretimi konusu da bunun en bariz örneklerinden biri. 1930/40’larda Avrupa’ya uçak satma noktasına gelmişken ne oldu da bu konuda dünyanın hatırı sayılan ülkelerinden biri olamadık? (Bir iddiaya göre Danimarka Kopenhag’da bir müzede Türkiye’den alınmış bir uçak sergileniyormuş. [k2] kaynağında Danimarka’ya 1951 yılında satılan bir adet ambulans uçaktan (THK-5) bahsediliyor. Ayrıca Ürdün ve İran’a hediye edilen uçaklar var.)
Bunun olası nedenleri arasında yetişmiş insan kaynağı azlığı, sermaye darlığı, bilimsel / teknolojik / icad kültürünün oturmamış olması, ekonomik / siyasal zorluklar, zaten önde olan ülkelerin işgüzarlıkları, kişisel çekememezlikler vb pekçok sebep olsa da internet ve sosyal medyada bu konudaki tartışmalar hemen ya İsmet İnönü ve CHP’yi ya da Adnan Menderes ve DP’yi suçlama kısırlığına vararak gerçek bilgiden ziyade kulaktan dolma dezenformatif bilgilendirmeye dönüşüyor ve bilgi kirliliği yaratıyor.
Bu konuda internette rastladığımız en etkileyici ve tarafsız makalelerden biri konuya çok değişik bir açıdan yaklaşıyor ve özellikle 2. Dünya Savaşı sonlarından itibaren ABD’li yetkililerin nasıl Türkiye uçak endüstrisini yönlendirmiş olabileceğini tarihsel bir kronoloji ile veriyor [k1]. Bunun dışında internette bol miktarda kaynaksız, özensiz, taraflı ve belki art niyetli yazı mevcut.
Türkiye’de tasarlanan ilk tayyare (uçak) Vecihi serisidir, ilk 1923-24’de tasarlanıp havacılık efsanesi Vecihi Hürkuş tarafından 1925’de uçurulmuştur [k2].
6 Ekim 1926 yılında TOMTAŞ (Tayyare ve Motor Türk Anonim Şirketi) Alman Junkers ortaklığı ile kuruluyor. Kayseri’de imalat, Eskişehir’de tamir tesisi kuruluyor [k2]. Anlaşmazlıklar ve Junkers’ın finansal zorlukları nedeniyle fabrika 1928’de iflas ediyor. 1930 yılında tekrar faaliyete geçiyor, 1932’de Kayseri Tayyare Fabrikası adını alıyor. 1941’e kadar (Alman, Amerikan ve İngiliz lisansları ile) uçak üretimi devam ediyor. 15 Mart 1950 tarihinde Kayseri Uçak Fabrikası uçak üretimi durduruluyor ve Hava İkmal Merkezi olarak faaliyetine devam ediyor. (Bugün bakım onarım işlerine devam etmekteymiş.)
1930-1932 yılları arasında Eskişehir Tayyare Tamir Fabrikasında çalışan Selahattin Alan ve mesai arkadaşları kendi uçak prototiplerini üretirler ancak pek destek görmezler [k2].
17 Eylül 1936’da Beşiktaş’ta Nuri Demirağ ile uçak mühendisi Selahattin Alan ortaklığı ile yapım atölyesi kuruluyor. 1942-43 yılları arasında Nuri Demirağ’ın Yeşilköy’de Gök Okulu ve Beşiktaş’ta uçak fabrikası (veya yapım atölyesi) bulunuyor. [k1] Bunların sivil uçak sektörü olduğunu ve özgün tasarım uçak da yaptıklarını vurgulayalım. Nuri Demirağ dönemin en varlıklı işadamlarından. Ancak maalesef İsmet İnönü ve çevresi ile anlaşamıyorlar. Çeşitli olaylar sonucunda Demirağ, THK ile mahkemelik oluyor ve sonunda sipariş olmadığı için Beşiktaş’taki ve Yeşilköy’deki atölye/fabrika 1943/44’den itibaren uçak üretimi yerine makine ve çelik inşaat atölyesi olarak çalışmak durumunda kalıyor. Gök okulu da kapanıyor.
1940 yılında Akköprü’de, 1941′de Etimesgut’ta THK Uçak fabrikası açılıyor [k3, k2]. 1947’de Etimesgut’da THK Uçak Fabrikası faal. Farklı tiplerde pekçok uçak üretiliyor. 1952’de MKE’ye devrediliyor, 1952’de uçak yerine elektrik sobası üretimi başlatılıyor.
1945 yılında Ankara Gazi Orman Çiftliği yakınında THK Gazi Uçak Motor Fabrikası kuruluyor. 29 Ekim 1948 tarihinde motor üretimine başlıyor. Yeterli miktarda uçak siparişi alamadığı için krize giriyor ve 5 Nisan 1952’de MKE’ye devrediliyor, 1954/1955’de traktör fabrikasına dönüştürülüyor.
1947’de yapımına başlanan Ankara Rüzgar Tüneli 1950’de kullanıma hazır hale geldiğinde Avrupa’nın en büyüklerinden olma özelliği taşıyor. Bu araştırma merkezi uçak geliştirme ve üretme projeleri rafa kaldırıldığı için zaman içinde atıllaşıyor.
Meşhur Truman yardım antlaşması 1947’de yapılıyor ancak yardımlar 1945’den itibaren başlamıştır. 14 Mayis 1950 tarihinde Menderes iktidar oluyor. 1952’de Türkiye NATO üyesi oluyor.
1957’de o dönem için Türkiye’de uçak üretimi sonlanıyor. [k1, k2]
Bir de 2. Dünya Savaşı sonunda Alman menşeli faal uçakların gömülmesi olayı var.
Gün olmuyor ki sosyal medyada sazan yerine konulmayalım. Yukarıdaki hoş görsel, bilerek veya bilmeyerek hepimizi aslında kandırıyor… İnternette ‘o piti piti’ tekerlemesinin İngilizce’den Türkçe’ye çevrildiğine, hatta İngilizce bir şiirin girişi filan olduğuna dair kandırmaca bilgiler almış yürümüş [K1, K2]. Neyseki bazı sosyal medya erbabı işin doğrusunun böyle olmadığını farkedip insanları uyarmışlar [K3, K4]. Peki bunun orijinalinin İngilizce olmadığını nereden biliyoruz? İnternette aradığınızda İngilizce hiçbir kaynakta çıkmıyor olmasından! Evet sadece Türkçe kaynaklarda böyle bir İngilizce şiir/tekerleme(!) mevcut. Muhtemelen şakacı bir arkadaş tekerlemenin bir kısmını İngilizceymişcesine benzeterek İngilizceye çevirmiş. Meşhur “why hi one why” ya da “I run each team” gibi. Konu hakkındaki en net bilgi şu: “tekerlemenin ingilizcesi 1993 yılında hıbır dergisi’nde “keratanın günlüğü” başlıklı bir yazıda yer almıştır.” [K4, konor] Bu bilgiyi teyit etmedik…
Son olarak bu kayıp şiirin(!) eksik kısımlarını da (kısmen internetten) biz derleyip tamamlayalım dedik: (Ciddi bir eda ile okunacak.)
“oh pity pity care em all so pity tear is the last thing gymnastic